13 Mayıs 2024

Yaratana duyulan inanç, doğayla ilk karşılaştığında doğanın gücüne karşı kendini koruma gereksinimiyle başlamış ve ilkel insanlar anlamlandıramadıkları, bugün sıradan saydığımız doğa olaylarını tanrısal güçler sanmışlardır. Hastalıklar, rüyalar, ilkel insanlar için çözemedikleri sorular haline geldiğinde kendilerine göre yanıtlar bulmaya çalışmışlardır. Bu yanıtlar zamanla onların inanışları haline gelerek inançlarını oluşturmuştur. İnanmaya ve tapmaya başladıkları yaratan, kimi doğa olaylarını hala sürdürdüğünde bunu yaptıkları bir hataya ve yaratanın kızgınlığına bağlamışlar ve bunun sonucunda da büyünün kaynağı olan ritüeller ortaya çıkmıştır. Yaratanın kızgınlığını gidermek için ona, çeşitli eşyalar, canlı ya da cansız nesneler sunmuş, dans etmiş ve kızgınlığının yok olması için dua etmişlerdir.

Avcılık, balıkçılık ve toplayıcılıkla geçinen paleolitik insanın dinsel evrenine ilişkin ilk arkeolojik bulgular, Fransız-Cantabrica mağara resimleri sanatına kadar gitmektedir. Bu avcılar hayvanları, insanın doğaüstü güçlerle donatılmış benzerleri olarak görmekte ve insanın hayvana, hayvanın ise insana dönüşebileceğine; ölülerin ruhlarının hayvan bedenine görebileceğine; belirli bir kişiyle belirli bir hayvanın gizemli ilişkiler içinde bulunduğuna inanırlardı. Bu inanış Kızılderili toplumlarında ve Afrika’daki bazı kabilelerde, Hindistan’da halen yaygın olan bir inanıştır.

Birçok düşünürün ve akademisyenin yıllarca üzerinde çalışmasına rağmen dinin tanımı ve ortaya çıkışı konusunda kesin bir yargıya varılamamıştır. Dinin ortaya çıkışı ve gelişme basamakları için oluşturulan kuramların başlıcaları animizm, dinamizm ve ur-monoteizm olarak bilinmektedir.” “Animizm terimi, anima “soul” kelimesinden türemiştir, felsefedeki anlamı ruhun varlığına inanmak anlamını taşımaktadır. Geniş anlamda, tüm dinleri kapsayan animizm, insanların can ya da ruh taşıdığı, hayvanların, bitkilerin ve cansız dediğimiz nesnelerin ruhları olduğu ve insanın rüya ve durugörü aracılığıyla bu ruhlarla ilişki kurabileceğine inanmaktır.” “Antropolojide kullanılan bu kuramı E.B. Tylor ortaya atmıştır. Şu an geçerliliğini yitiren kurama göre ardından manizme yani ölüler ve atalar ibadetine ardından fetişizme, politeizme yani çok tanrıcılığa ve en sonunda da monoteizme yani tek tanrıcılığa geçilmiştir.

Bir diğer önemli kuramı R.R.Maret ortaya atmıştır; Dinamizm. Bu kurama göre dinin başlangıcı sırlı, kişisel olmayan bir güce dayanmaktadır. Preanimizm yani ruhçuluk öncesi olarak adlandırılan bu kurama göre, insanlar ilkin büyüsel pratikleri uygulamış, bu pratiklerden din gelişmiş ve büyülü sözlerden de dualar doğmuştur.

Diğer kuram ur-monoteizm yani en eski tek tanrıcılığı ortaya koyan P.W.Schmidt, kuramını diğer iki kuramı çürüterek, kimi ilkellerde halen görülmekte olan “ilk yaratıcı” inancına bağlamıştır.

Dinin doğuşu konusunda David Hume ise; “İlk din fikirleri doğada olup bitenleri seyretmekten değil, yaşamın olaylarıyla ilgili bir kaygıdan ve insan zihnini işleten bitmek tükenmek bilmez umut ve korkulardan doğmuştur.” demiştir. Gökyüzü tek tanrılı dinlerin gelişiyle birlikte önemini kaybetmemiş “yaratıcı” imgesiyle kutsallığını pekiştirmiştir. Sonuçta günümüzde hala insanlar, tanrıya yakarırken ellerini gökyüzüne doğru kaldırıp ağıtlar yakmaktadırlar.

Görüldüğü gibi bilinmezliğe duyulan korkular dini inançların oluşumunda hep olagelen en büyük etkendir.  İlkel insanların ilk korkuları ve korku kaynaklarından onları koruyan tılsımları, mağara duvarlarında, üzerlerine giydikleri postlarda, topraktan yaptıkları çanaklarda çizgiler ve işaretlerle anlatılmıştır. İlkel insanlar tanrıları gökyüzü, ateş, su gibi durdurmayı zamanla öğrendikleri doğadaki oluşumlarken, daha sonra da kendilerine önünde daha rahat tapacakları “heykel” görünümünde gereksinimlerini karşılayan ancak yine doğaya ait nesnelerden birer tanrı oluşturdular. Yunan mitolojisinde bulunan zevk ve mutluluğa neden sayılan şarap gibi şeyler; korku, nefret, acı gibi yaşadıkları tüm duygular gibi binlerce maddi ve manevi öğe birer tanrı ve tanrıçaya dönüşmüştür. Ama ilkel insanları ilk kez yaratıcı fikrine ve dine sürükleyen düşünce, bilinmeyene karşı duydukları korkuydu.

Batılı düşünürlerin bir kısmı “büyü, dinden çıkmıştır” der iken, diğer kısmı dinin büyüden çıktığını savunmaktadır. Ortak nokta din ve büyünün birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturduğu görüşünde birleşmektedir.

Karşılaştırmalar göz önüne alındığında büyü dinin içinden çıkmış görünse de, dinden kopamamış ve her yönüyle yine de dine sarılmış olarak göze çarpmaktadır. İnsanlar yüzyıllardır, dinin cevap vermediği, gereksinimlerini karşılamadığı anlarda büyüyü devreye sokmaktadırlar: Din ve Büyü.

Bunun en önemli kanıtları arkeologlar tarafından bulunan büyülü taşlarda göze çarpmaktadır. Roma döneminde ve erken Hıristiyan dönemlerinden kalma büyü nesnesi olarak kullanılan taşların üzerinde Tanrı ve İsa için kullanılan “Musevi” ve “Hıristiyan” adları görülmektedir. Yaklaşık 3’üncü yüzyıla ait, çarmıha gerilmiş İsa’yı iki tarafında diz çökmüş figürlerle gösteren bir taşın arkasında büyülü harfler yer almaktadır.

Halen Afrika, Avustralya gibi ülkelerdeki ilkel kabilelerde görülen ateş etrafında maskelerle gerçekleştirilen ritüel danslar, erginleme törenlerinde, evlenme ve ölümde, savaş sonrasında ve savaşlar öncesinde, kıtlık zamanlarında ve bolluk zamanlarında yani hayatlarıyla ilgili her olay sonrasında ve öncesinde gerçekleştirilmektedir. Pagan inanıştan gelen bu ritüeller tek tanrılı dinlerde de farklı biçimlerde yine sürdürülmektedir. Örneğin İslam’da gerçekleştirilen sünnet, Hıristiyanlıkta gerçekleştirilen komünyona katılma birer ergenlik ritüelidir. Hıristiyanlık ve Musevilik gibi tek tanrılı dinlerde evlenme bir ritüel biçiminde yapılmaktadır. Yine kiliselerde yapılan mum yakma işlemleri de pagan dönemden gelen bir ritüeldir.