“Gotik Ama Yetersiz…”
Amerika yapımı The Last Voyage of The Demeter, Türkiye’de gösterime girdiği adıyla Drakula: Son Yolculuk filminin yönetmen koltuğunda The Autopsy of Jane Doe (2016), Scary Stories to Tell in The Dark (2019), Torden (2020) gibi filmlerin de yönetmenliğini yapmış olan Andre Ovredal oturuyor. Bram Stoker’ın ünlü romanı Dracula’nın “Kaptanın Günlüğü” bölümünden Bragi F. Schut ve Zak Olkewicz tarafından senaryoya uyarlanan filmin görüntü yönetmenliğini Roman Osin ile Tom Stern üstlenmiş. Müzikleri Bear McCreary tarafından yapılan filmin oyuncu kadrosunda ise Corey Hawkins, Aisling Franciosi, Liam Cunningham, David Dastmalchian, Chris Walley, Jon Jon Briones, Stefan Kapicic, Martin Furulund, Nikolai Nikolaeff, Woody Norman, Javier Botet, Graham Turner, Andy Murray gibi isimler bulunuyor.
Filmin konusunu üzerlerinde Dragon işareti bulunan ahşap sandıklardan oluşan özel kargoyu Karpatya’dan Londra’ya taşımak üzere kiralanan Demeter adlı ticari geminin dehşet verici hikâyesi oluşturuyor. Okyanus yolculuğunda hayatta kalmaya çalışan ve her gece gemideki acımasız bir varlık tarafından sinsice takip edilen talihsiz mürettebatın başına tuhaf olaylar gelir. Bir süre sonra kömüre dönmüş, terk edilmiş bir enkaz halinde İngiltere kıyılarına geri dönen Demeter’in mürettebatından ise hiçbir iz yoktur. Gemide bulunan Kaptan’ın Günlüğü yaşananlara ışık tutacaktır.
Twilight (2008) ile başlayan kusursuz vampirlerden sonra tekrar gotik edebiyattan sinemaya geçen canavarlara dönüşün müjdesi The Invitation (2022) ile gelmişti. Gotik atmosferi günümüz modern toplumuyla birleştiren ve özgün bir anlatım sunan The Invitation (2022) sonrasında yine gotik atmosfer taşıyan, filmlerde çok değinilmeyen ve romanda da kısacık bir bölüme tekabül eden Dracula’nın İngiltere’ye gidişi, birçok izleyici açısından leziz bir ziyafetle karşılaşılacağı hissi yaratıyor. Ancak maalesef bu his, filmin başlaması ile birlikte yavaş yavaş sönerek azalıyor. Öncelikle romanda geçen bu kısmın okuyucular açısından çok etkileyici ve ürkütücü olmasına karşın filmde bu ürkütücülüğün verilemediğini, hikâyenin dallandırılıp budaklandırılması amacıyla pek çok karakter eklendiğini ve bu karakterlerin eklenmesinin de anlatıda mantık hataları ve zorlama hissi yarattığını söylemek mümkün. Irkçılığın taa o zamanlarda da olduğunu belirtmek ve bunun altını çizmek amacıyla siyahi bir karakterin eğitimli ve doktor olarak başrol yapılması da cabası.
Konuya bakıldığında, romanın bu kısmının film olarak çekilmediği düşünülse de izlerken ben bundan daha iyisini sanki izledim hissini de taşımaya başlıyorsunuz. Tam olarak Dracula’nın İngiltere’ye nasıl geldiğini anlatmıyor olsa da 1945’te hastane olarak kullanılan bir geminin batışından kurtulan insanların, terk edilmiş bir Alman gemisine binip oradaki antik bir yaratığı serbest bırakmalarını anlatan Blood Vessel (2019), The Last Voyage of The Demeter’den çok daha iyi bir yapım olduğunu bizlere kanıtlıyor. Gotik, canavar bir vampir figürü görmeyi arzulayan pek çok korkusevere Demeter çok cazip görünse de filmin ilerleyemeyen temposu, mantık hataları ve hikâyenin budaklanabilmesi için konulan karakterler nedeniyle tatsız tutsuz bir gotik sunmaktan öteye geçememesine neden oluyor.
Filmin kamera arkası ve Dracula’ya yapılan makyajlar çok çarpıcı olsa da maalesef başarılı makyaj ve gotik bir vampir görseli vermenin ötesine gidememesi üzücü. Bram Stoker’ın Dracula’sının sinemaya ilk uyarlaması olan Nosferatu (1922)’daki vampire benzerliğiyle dikkat çekici olmakla birlikte anlatım ve yaratıcılık barındırmayışıyla tüm bu emeği de heba etmiş oluyor.
Sonuç olarak The Last Voyage of The Demeter; iddialı görünüp gotik bir atmosfer vaat etse de hikâyesinin fazla mantık hatası içermesi ve temposunun düşüklüğü nedeniyle vampir sineması tarihinde adını büyük harflerle yazdırmaktan oldukça uzak bir film olmaktan kurtulamıyor.